ARMUT PİŞ, AĞZIMA DÜŞ!

 

Sonsuz bir ışık hüzmesi parlaklığında yürüyorum, önümü görmeden, ardıma bakmadan. Varlığı ve yokluğu kaybettiğimi sandığım bir boşluğa düşmüş kendimi arıyorum… Sevginin ve sevgisizliğin kol kola gezdiği bir evrende, umutların – umutsuzluklarla, yalanların – gerçeklerle eş tutulduğu karmaşık bir alemin penceresi açıkken önümde, tüm çelişkilerin içinde üzerime yüklenen bu ağır yükün altında ezilmemek için, omuzlarımın üzerinde dik tuttuğum başımı kimselerin önünde eğmemek, varlığın içindeki yoklukta kaybolmamak için belki de asıl mücadelem.

Kalbime giden uzun yolda, duygu denen, kıvrak maceracı çiplerden nasibini alan devrelerde çakan şimşekler gibi, dünyaya selam verdiğim o ilk günden itibaren meydana gelen hasarları hangi uzman yeniden onarabilir? Bu iki bilinmeyenli denklemin x ve y bileşenlerini bulmak kadar çözümü kolay bir problem olmadığı gibi, metafizik boyutta düşünmeyi gerektiren bir olgu da değildir tabii. Ancak kafınızı kaldırıp şöyle bir etrafınıza baktığınızda, aynı denklemin, çözüm bekleyen yüzlerce-binlerce belki de milyonlarca farklı permütasyonunu görmeniz mümkündür.

Peki o zaman ne olacak tüm bu çelişkiler içinde durumumuz? Kaybolan duyguları, düşünceleri kim derleyip toparlayacak, kainatın sonsuzluğundan? Kimler çelişkileri reel doğrulara dönüştürebilecek, yaralanan duyguları sağlığına kavuşturabilecek? Düşünüyorum da… Kendi çelişkilerimizi oluşturup sonra da içinde çırpınmaya çalıştığımız şu gezegende, bizi farklı gezegenlerden izleyen birileri varsa, hakkımızda nasıl fikirlere sahip oluyorlardır kim bilir!..

Doğruları ile yanlışları karışmış bir grup insan,  kaçmak zorunda oldukları cehenneme gidip gitmemek konusunda arafta kalmış. Onlar ki: “Acaba cehenneme mi gitsem?“ sorusunu kendilerine sorabiliyorlarsa, işte orada büyük bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Hani bile bile kendini ateşe atmak değildir de nedir bu demek geliyor içimden. Bu durum, gerçekte bir doğru ve bir de yanlış olduğunu gösterirken bize, neden arafta kalıyoruz? Neden yanlışların, yalanların, sevgisizliklerin, kötülüklerin boy gösterdiği bir dünyanın oluşması için fırsat tanıyoruz ve kendimizi de etrafımızdaki insanları da dipsiz bir kuyunun içine sürüklüyoruz?

Amaç; hayatı sadece bencillikten çıkarmak mı  yoksa rengarenk bir tuvalin üzerinde, herkesle birlikte, ufka doğru yelken açmak mı? Çok bilinmeyenli bir denklem misali zihinlerimiz. Duyuyorum içimizden yükselen feryad-ı figanı… “Kötülükler olmasa, iyinin kıymeti bilinir miydi?“ diyor birisi oradan. Yok,yok… Ben “Keşke kıymet bilinmeseydi de kafamız rahat, sorunsuz, huzurlu bir şekilde, ufka doğru yelken açabilseydik.” diyorum. Çelişkilerin içinde debelenirken harcayacağımız zamanı, daha faydalı işler için harcayabilseydik keşke, diyorum. Keşke, sadece iyilik ve güzelliklerden oluşmuş bir dünya kurabilseydik, diyorum…

Eh ama bizler, sofistike yaşamayı seven, çözüm bekleyen denklemlerin bileşenlerinden oluşmuş denklemleri çözmek yerine,onları daha çok karıştırmayı seven insanlarız zaten vesselam. Kendimizi bile anlamaktan acizken, küresel bir sorun çemberi içerisinde, kendi oluşturduğumuz sorunlara, kitlesel çözümler bulmak için garip tavırlar sergilememiz bu yüzden normal olsa gerek.

Çünkü biz, zoru seven ama onu düşünmeden, kafa yormadan, emek harcamadan çözmek isteyen insanlarız… Ne demiş atalarımız tam da bizi anlatmak için: ” Armut piş, ağzıma düş!”

Benim bile yazarken kafam karıştı. Çok kafa yormaya gerek yok sanırım. Aslında tüm keramet anlaşılır olmamakta, anlaşılamamakta zaten.

Paylaşın herkes okusun ;

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir