BENİ TÜRK HEKİMLERİNE EMANET EDİNİZ !

Mustafa Kemal ATATÜRK

-2-

Yetmişli yılların sonunda, ki o zaman ben küçük bir çocuktum. Rahmetli babam, Almanya’da bir kalp krizi geçirmişti. 30-40 saniye kadar kalbinin durduğunu, çalışmadığını söylemişti annem. Alman doktorların canhıraş mücadelesiyle babamın hayata yeniden dönüşünü her seferinde gözleri yaşlı anlatırdı…

Lakin o köprünün altından çok sular akmış olmalı…

Babamın yaşadığı bu kalp krizi, onun malulen emekli olmasına neden olunca, yüreği vatan aşkıyla çarpan babam, tası tarağı toplayarak bizi memlekete getirdi.

O yaşadıklarımızdan sonra, Avrupa’da iyi olan birçok şey gibi, tıbbın da çok ilerlediğini düşündüm hep. Taa ki 2008’de Almanya’ya yeniden yerleşene kadar.

Hiç unutmuyorum; bir pazar sabahıydı. Kızım odasından bana sesleniyordu. Ama biraz tuhaf bir sesle… Koşarak yanına gittiğimde nedenini anladığım o görüntüsü hâlâ gözümün önünde. Vücudunun her yanı, koca koca, el kadar kızarıklıklarla dolmuştu. Kırmızı hafif bir ifade kalır, kıpkırmızı!

O sırada Stuttgart’a yeni taşındığımız için bir arkadaşımı aradım hemen. Sağ olsun, acile yönlendirdi bizi. Hastaneye gittiğimizde, acil servis olmasına rağmen, epeyce bekledik. Sonra bir odaya aldılar bizi. Ağzı, burnu maskeli bir doktor girdi içeri. Sanırım nöbetçi doktor. Nesi olduğunu sordu kızımın.

Olanı biteni en ince ayrıntısına kadar anlattım. Hatta o sormadan değişik bir yere gitmediğimiz, değişik bir gıda ile beslenmediği vb. bilgileri de sıraladım. Biraz da anne yüreği telaşı yok da değil tabii.

Doktor masasının arkasında oturduğu sandalyeden hiç doğrulmadan beş altı metre ilerisinde duran hasta yatağını işaret ederek, çocuğu oraya oturtmamı ve sırtını açmamı istedi.

Henüz on yaşında olan kızımı doktorun dediği gibi yatağa oturtup sırtını açtım. Oturduğu yerden hiç kalkmadan “ Ha, alerjik bir durum, bir ilaç yazayım geçer.” dedi.

“Peki tahlil? Neden böyle olmuş olabilir? Acaba virütik bir şey filan?…” dememe kalmadan “Çok istiyorsan yarın bir çocuk doktoruna götür!” diyerek çıktı odadan. Öylece kalakaldım.

Ertesi gün götürdüğüm çocuk doktoru da ondan farklı değildi. Hatta o da aynı şekilde davrandı. Yalvar yakar, özel tahlil talebinde bulundum, kan tahlili yaptırabilmek için. Sonra bir de üstüne “Siz Türkiye’de alışmışsınız beş kalem ilaç almadan doktordan çıkmamaya diye söylenmez mi!” Oysa derdim ilaç değil, hastalığın sebebini öğrenmekti.

Sonra fark ettim ki gerçekten de Almanya’da çok önemli hastalıkların teşhisinde gerçekten de geç kalınıyordu. Çünkü tahlil, röntgen, MR. gibi tetkikler hastanın defalarca gidiş gelişinden sonra uygulanan araştırma yöntemleriydi. Evet, mutlaka gereksiz kullanımı da doğru olmasa gerek bu tetkiklerin ama çok geç olması da ciddi zaman kaybı zannımca. Zira doktorlar burada, bu tetkikleri istediğinde, hastalık birkaç evre ilerlemiş olduğundan tedavide geç kalınabiliyor.

Bu durumun bir benzerini yine aynı yıllarda çok yakın çalışma arkadaşım yaşadı. Arkadaşımın küçük bir kaza sonucu göz retinasında bir yırtılma oluşmuştu. Bu nedenle söz konusu gözü sürekli yaşarıyor durmadan akıyordu. Defalarca gittiği Alman doktor, aylarca bir çözüm bulamadı bu rahatsızlığa. En sonunda arkadaşım İstanbul’da bir göz hastanesinden randevu alarak Türkiye’ye gitti. Doktor, sadece bir lens vererek çözüm bulmuştu. Göz yaşarması anında kesilen arkadaşımın, süreli bir kullanım sonucunda, sanırım retinası da kendi kendisini onarmış ve gözü eski sağlığına kavuşmuştu.

Türkiye’de doktorluk yapan ve bir süre sonra Almanya’ya yerleşip mesleğini burda icra etmeye başlayan bir doktor arkadaşım da bir gün sohbetimiz esnasında beni onaylamıştı. “Bizim bir günde İstanbul’da acilde gördüğümüz hasta sayısını buradaki doktor bir ayda bile görmüyor.” demişti. Sanırım tecrübe ve pratiklik her işte olduğu gibi bu işte de önemli.

Ha tabii bizim hastanelerimizdeki hasta yoğunluğu, doktorlarımız için ve tabii hastalar için de çok makul rakamlar değil. Bir doktorun, günlük muayene limitinin katbekat üstünde hastayla karşılaşan doktorlarımıza da Allah güç kuvvet versin.

İşte bu sebeplerden yazımın başlığında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.” sözünü kullandım. Zira bu olayları her düşündüğümde, onun eşsiz öngörüsü karşısında bir kez daha şapka çıkartarak hiç şüphesiz bu söze sonuna kadar katıldım, katılıyorum.

NOT: Yazdığım yazılarda beyan ettiğim fikirler, tamamen kişisel izlenimlerim sonucu elde ettiğim görüşlerdir. (İstisnaları tenzih ederek) Elbette bana katılanlar olduğu kadar katılmayanlar da olacaktır.

Tüm görüşlere saygıyla…

Paylaşın herkes okusun ;

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir