BIRAKIN ÇOCUKLARI …
Sabah, kahvaltı yapıp akşama kadar mahalle aralarında toz toprak içinde oyunlar oynardık biz…
Bazen yakan top, bazen istop… Bazen çinçon bazen çizdiğimiz koca çizginin içinde ayağımızla sürüklediğimiz taş parçasının ardında zıp zıp zıplayan bir çocuktuk…
Erkekler, buldukları küçük taş parçalarından yaptıkları kalelerle kurdukları sahada, mahalle bakkalından aldıkları plastik topla futbol oynardı…
Bazen hep birlikte saklambaç, bazen körebe oynardık…
Akşam olunca annelerimiz pencerelerden seslenirdi “Haydi hava karardı, eve gel!…” diye… Babalar işten gelmeden girilirdi evlere… El yüz yıkanırdı. Akşam yemeği için sofralar kurulur, ailecek yemek yemenin tadı çıkarılırdı sonra. Günün en güzel saatleriydi onlar. Masada neşeli, günlük sohbetler yapılır, iş güç, siyaset konuşulmazdı… Hatta televizyon bile açılmazdı. Günün yorgunluğu atılırdı o sofralarda… Huzur vardı, mutluluk vardı… Şen kahkahalar vardı…
Mesela ölen çocuk hiç görmeden büyüdük… Yani çocukların ölebileceğini bile düşünmezdik hiç… Ölüm, sanki hep yaşlılar içindi… Hani orta yaşlı insanların ölümüne bile şaşardık…
Bir tek başbakanın adını duyardık ara sıra… Görevde olan cumhurbaşkanımızın adını ancak gelmiş geçmiş cumhurbaşkanlarımızın adlarını sayarken söylerdik… Büyükler siyaset konuşurdu belki ama biz duymazdık…
O zaman da siyaset vardı, çok şey de yaşanırdı belki de, kim bilir çok hararetli gündem konuları tartışılırdı kimi zaman… Ama biz çocuktuk… İşimiz sadece çocuk olmaktı…
Bakkala giderken hoplaya zıplaya gittik. Yolda ya mahalle kedisi gördük ya yaşlı bir amca ya da teyze. Polis amcayla hiç muhatap olmadık orada biz.
Misafirlikte büyüklerimiz “Hadi arkadaşını al git, oyun oynayın siz.” derlerdi bize… İsim, hayvan, bitki oynardık… Bir kelimenin son harfinden yeni bir kelime türetme oyunu oynardık; yeni kelimeler bulmaktı gayemiz… Siyasi parti adlarını, milletvekili adlarını değil şehir, ülke, bitki hayvan adlarını öğrenirdik… Biz, bilemeyince hırs yapar, arkadaşımızın yazdığı kelimeyi öğrenirdik bir daha ki sefere boş bırakmamak, yazabilmek için…
Kibrit kutusunu atıp hangi kenarı masaya düşmüşse “hırsız” ya da “polis” der polisi güçlü ve saygın tutardık biz. En zor olan, kibrit kutusunu atınca dik durdurmaktı o yüzden ona polis derdik. Yere yatay düşürene Polis ceza verirdi. Çünkü o hırsızdı… Bir de yanlamasına dik durduğunda “jandarma” derdik o duruşa. O da güçlüydü. Asker ve polis ülke güvenliği için önemliydi; çünkü tüm suçluları onlar yakalardı. O yüzden erkek çocuklar ya asker ya polis olmak isterdi biz çocukken.
Atatürk’ü Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve Türk halkı için canı pahasına yaptıkları için sever ve sayardık. Onun yeri ayrıydı, diğer devlet büyüklerinin yeri önemi ayrı… Kimseyi kimseyle kıyaslamazdık.
Okulda en önemli kişi okul müdürü ve öğretmendi. Sınıfta ise öğretmen ne derse o olurdu. Sınıfa cumhurbaşkanı bile gelse öğretmenin o derste en önemli kişi olduğunu Atatürk’ün yaptığı bir ders ziyaretinden öğrenmiştik. Öğretmene saygısızlık, söz konusu bile olamazdı bu yüzden…
Müfettişler, derste öğretmenin anlattığı dersle ilgili sorular sorardı sınıfta. Öğrendiklerimizi söylerdik bir bir. Eğitim öğretim haricinde sorulara muhatap olmazdık hiç… O yüzden psikolojimizin bozulması gibi bir endişemiz de hiç olmadı. Tek korkumuz, öğretmenimizden işiteceğimiz azardı. Onu işitmemek için de var gücümüzle çalışırdık biz.
Öyle markalı spor ayakkabıları, spor kıyafetlerimiz falan da yoktu ama mutluyduk çünkü doyasıya çocuktuk biz…
Şimdiki çocuklara acıyorum, üzülüyorum sırf bu yüzden. Onlar çocuk olamadan büyüdüler… Çocuk olamadan öldüler… Çünkü hiç doğmamış bir çocukluğun sancılarını çektiler ve çekmeye de devam ediyorlar…
Lütfen bırakın çocukları, çocukluklarını yaşasınlar!…