ETNİK DEĞİL AMA BÖLGESEL MİLLİYETÇİLİK

Tarih sayfalarına yazılacak zor bir dönemin içinden geçiyoruz.

“Yeni bir Dan Brown romanı mı bu?” diyenlere “Hayır, bu, insanlığın yeni romanı!” demekten öte gidemiyoruz ne yazık ki. Çünkü okumuyoruz, şu anda bizatihi yaşayarak yazıyoruz, sayfaları.

Böyle bir salgına, ailelerimizden binlerce kilometre uzakta tanıklık ediyor olmanın yalnızlığında; Avrupa’dan bir bakışla klavyeme dökülen bu satırları kendi payıma notlarıma kaydediyor ve sizlerle paylaşıyorum bugün.

Bu tür kitleleri etkileyen büyük olaylar, insanları daha iyi gözlemleyip analiz edebilme imkânı sağlıyor insana. Ben, tıp insanı değilim. O sebeple de burada virüsü, özelliklerini, yayılmasını vb. anlatacak değilim. Zaten bilen de bilmeyen de yine iş başında konuşuyor, yazıyor.

Yaşadığımız bu olay, şüphesiz antropolog ve sosyologlar için çok büyük bir önem taşıyor. Onlar da bilimsel ve istatistiksel sonuçlara elbette varacaklardır. Ben de bu çerçevede içinden geçtiğimiz Korona virüs salgını günlerini gözlemlerimden hareketle değerlendireceğim.

Avrupa’dan bakınca, Covid-19 salgını sürecinde dikkatimi ilk çeken, büyük Avrupa Birliği’nin çekirdek kadroya dönüşü oldu. Daha önce sorgusuz sualsiz seyahat ettiğimiz Avrupa Birliği ülkeleri, etnik olmasa da bölgesel bir milliyetçilikle özüne döndü. Elbette alanı daraltmak virüsün yayılması açısından akıllıca ve doğru olan ama daha önce birbirinin hastalarına teklifsiz tedavi sunan bu ülkeler, bugün “Önce can, sonra canan.” dedi ve sınırlarını birbirine kapattı. Bu, benim açımdan dikkat çekici ilk veri oldu.  

Sonra hükümet politikalarına baktım. Virüsle, ülkesi vurulan devletlerin başkanları bir bir çıkıp vatandaşlarını bilgilendirdi. “Bizim için önce insan sağlığı, siz vatandaşlarımızı güvenli ve sağlıklı bir şekilde maddi ve manevi en az zararla bu salgından kurtarmak!” dediler. Almanya, İtalya, Fransa, İspanya vb. vatandaşa ekonomik destek paketlerini açıkladılar. Başbakanlar, ekranlarda sıkça boy göstererek halka güven dağıttılar. Vatandaşa ‘evde kal’ çağrısı ve ‘birbirine mesafeli ol!’ çağrısı her konuşmanın ana teması oldu. ‘En az 1,5 metre ara’ kuralının ardından Almanya’da bazı eyaletler sokağa çıkma yasağı kararı alırken Almanya’nın genelinde kapanan sosyal etkileşimin yoğun olduğu mekânların ardından sokakta iki kişiden fazla (aile değilse) insanın bir arada bulunması yasaklandı. İnsanlar bilinçli bir şekilde çağrılara uydu ve dışarı çıkmaması gerekenler evlerinde dururken, etrafta toplu insan grupları görülmez oldu. Mücadeledeki Alman disiplini, gerçekten gözle görülebilir boyutta.

“Panik yapmayın, evde kalın, yaşam tarzınızı değiştirin ve mesafeli olun!” Bu Almanya için uygun bir söylem ama ‘panik yapmayın’ kısmı bence İtalya, İspanya gibi ülkelerin uyarılarında bulunmaması gereken bir söylemdi. Bence, vaka sayılarına ve hayatını kaybeden insanların sayılarına bakarak onlara “Panik olun ki evden çıkmayın!” desek daha doğru olurdu sanırım.

Herkes, bilim insanlarının verdiği mücadeleyi hayranlıkla ve takdirle takip ederken, hükümetler kararlarını o insanların yönlendirmeleri doğrultusunda aldı ve almaya devam ediyor. Yani aklın, bilimin gücü buralarda yeniden onandı. Ve bu olaylar sayesinde birçok Avrupa ülkesi vatandaşı, bilime ve ülkelerine olan güvenlerini tazeledi.  

Bu krizin merkezine oturan korku, bilinçli insanları çok çabuk harekete geçirip kabuğuna çekti. Yaşanan bu panik esnasında dikkatimi en çok çeken şeylerden biri gıda maddelerinin değil de tuvalet kâğıdı ve anti bakteriyel sabunların bir anda tükenmesi oldu.

Marketlerin kapanmayacağına dair sürekli açıklamalar yapılmasına rağmen insanlar piranalar gibi öğüttü bu malzemeleri. (Nedense bu konuda bir panik yaşandı.) O derece ki özgürlükler ülkesi denilen bu yerlerde artık kısıtlı olarak, sayıyla tuvalet kâğıdı satılır oldu. Anladım ki nerde olursa olsun, aydın, modern, kültürlü, kültürsüz; insan, her zaman ve her yerde kendini emin, garantide, güvende hissetmek istiyor. Ve bunun için ne gerekiyorsa yapabiliyor hatta gözünü karartabiliyor.

Sonuç olarak, Avrupa ülkeleri, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Avrupa’da da bu salgını sağ salim atlatabilmek için büyük bütçeler ayırdı ve mücadeleye devam ediyor. Ama ekonomisi güçlü ülkelerde bile, sürecin uzun sürmesi halinde yaşanacak maddi kayıpların büyüklüğü düşünülünce, bu salgının ardından ülkeleri bir ekonomik krizin bekliyor olabileceği riski. Şimdi aklıma takılan birçok filmin senaryosuna da konu olan, bu iş böyle devam ederse; ekonomiyi kurtarmak için insanları feda etmek mi yoksa insanları kurtarmak için ekonomileri yok etmenin mi ülkelerin yöneticileri tarafından tercih edileceği?

Zamanın akışına bıraktık, izliyoruz. Virüs, hızını ne zaman kesecek, aşısı ne zaman geliştirilecek, o zamana kadar insanlar yalnızlıklarına devam mı edecek? Bizler, Avrupa dışındaki ailelerimizi ne zaman görebileceğiz? Bunları ve daha başka ne olacaksa sanırım yaşayarak göreceğiz. Dilerim, aklın ve bilimin ışığındaki aydınlık günler yakın olsun.

Sağlıcakla kalın…

Paylaşın herkes okusun ;

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir