Frankfurt Kitap Fuarından…

İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın Frankfurt Şehrine gelen Ahmet Haşim’in, 1930’lardaki Almanya’yı entelektüel bir bakışla kaleme aldığı Frankfurt Seyahatnamesi ve “ harikuladelikler avı” olarak nitelendirdiği Frankfurt Şehrinde dolaşırken, bilmem o gün usta şairin hissettikleriyle aynı şeyleri mi hissediyordum… Ama şunu biliyordum ki; aynı kentin havasını soluyordum…

Serin ve yağışlı Frankfurt şehrinde hızlı adımlarla ilerlerken, içimi bir heyecan kapladı birden. Nice şair ve yazara ilham kaynağı olan bu kentte olmanın ürpertisiydi bu belki de…Kapısında onlarca bayrağın dalgalandığı, dünyanın en büyük fuarından içeri adım atarken, Türk ve dünya edebiyatından değişik yazarlar resmi geçit yapıyordu sanki önümde.

Evet, Haşim’in deyimiyle bir Avrupa kentini görmek diğer bütün kentlerini görmekten farksızdı belki. Belki, hepsinde aynı havayı soluyor, aynı ya da benzer şeyleri görüyordu insan. Ancak başka bir Avrupa kentinde yaşıyor olmama rağmen, yüzde yüz bu fikre ortak olamadım o an. Çünkü her kentin ayrı bir ruhu, ayrı bir kimliği vardı bana göre. Her şehri özel kılan, diğerlerinden ayrıştıran şeylerdi bunlar. Belki de bu yüzden Haşim’le aynı noktada buluşamadım fikrimde.

Haşim’in Frankfurt seyahatnamesinde dediği gibi hayatımın tatsızlığından ve etrafımda görüp bıktığım şeylerin o yorucu aleladeliğinden bir müddet kurtulabilmek ümidiyle çıkmamıştım ben bu seyahate. Bugün bu kapıdan içeri girerken, Avrupalı edebiyat dostlarıyla da tanışmak, buluşmak için atıyordum adımımı.

Kitabımı imzalayacağım stantta Türk Kitapevi’nin değerli yetkilileriyle konuşurken bir okurum yaklaştı hemen. “Aaa… geleceğinizi bilmiyordum, kitabınızı yeni bitirdim. Getirip imzalatırdım size ne güzel! …” diye hayıflanırken “Çok güzeldi, bir solukta okudum ama sonu keşke…” diye üzüntülerini dile getirdi. “Ama hayat acımasız, romanlar da hayatın birer yansımaları değil midir ki?…” dediğim de “Haklısınız…” diyerek vedalaştı benimle…

Türk -Alman, genç – yaşlı birçok kişi ile sohbet etme fırsatı yakaladım kitaplarımı imzalarken. Her insan, farklı bir dünyaydı benim için. Herkesin söylediklerinden bir takım çıkarımlar yapıyordum beynimin bir köşesinde.

Yaşlı bir Alman bayanla sohbetim esnasında biraz üzüldüm ama… Yavaşça yanıma yaklaşıp önce İngilizce: “Bu kitabın yazarı siz misiniz?” diye sordu. “Evet, benim. Almanca konuşabilirsiniz…” deyince daha bir memnuniyetle hararetle, derin bir sohbete başladık.

Önce genel konulardan konuşurken sonra edebiyatımızı, tarihimizi çok merak ettiğinden bahsetti. Kendisi de zaman zaman kısa öyküler, makaleler yazdığını anlattı. En son Halide Edip’in anılarını İngilizce dilinde okuduğunu hayran kaldığını söylerken, gözlerindeki ışıltıyı fark etmemek imkansız gibiydi. Daha çok eserini okumak istiyordu Halide Edip’in. Diğer eserlerinden bahsettim, Türk Edebiyatındaki yerinden öneminden… Daha bir merakla Almancasını bulmak istiyordu… Türk tarihini, edebiyatını Türk yazarların ağzından okumak istiyordu ama yetersiz olduğunu, kaynak bulmakta sıkıntı çektiğini heyecanla ve üzüntüyle karışık anlatıyordu.

En son, Atatürk’ün eşini merak ettiğini, hatta bir eşi olduğunu, Latife Hanım’ı daha yeni öğrendiğini söyledi. Bir kitap buldum, sipariş ettim az önce dedi. Bayan Atatürk’ü okumaktan çok mutlu olacağım, şimdiden merak ediyorum, dedi. Biraz daha sohbet ettik… Sonra sırada bekleyenlere engel olmamak için usulca vedalaşarak ayrıldı yanımdan.

Daha birçok kişiyle sohbet ettim o koca fuarda. Ama o bayanın söyledikleri hala aklımdan gitmiyor. Bu kadar köklü, zengin bir tarihe ve edebiyata sahip bir milletin, kendini farklı dillerde ifade etmekte yetersiz kalması yüzündendi üzüntüm.

Paylaşın herkes okusun ;

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir