KÜÇÜK BİR HİKÂYE
Veziriazam Siyavuş Paşa, bir gün Sultan Murad Han’ı düşünceli görür ve canının neden sıkkın olduğunu sorar. Sultan Murat, garip bir rüya gördüğünü, hayır mı şer mi anlamak istediğini söyler. Böylece ikisi de molla kılığına girip tebdili kıyafet yola çıkarlar.
Padişah, gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, Vefa’ya döner, Zeyrek’ten aşağılara yürür. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir cesede takılır gözleri ve kim olduğunu sorar. İnsanlar, “Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın meyussun biri işte!” derler. Birisi:
“Biliyor musunuz, aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.” Hele içlerinden bir yaşlı, camiye hiç gitmediği için çok öfkelidir.
“İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?” Anlayacağınız, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar ortada!
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah “Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlamak gerek.” der.
Vezir saraydan birkaç hoca yollayıp sorunu çözeceğini söylese de padişah gördüğü rüyadadır hâlâ. Cenazeyi kendilerinin defnetmeleri gerektiğini söyler. Vezir çok oralı olmak istemese de padişahın isteği üzerine mecburen defin için en yakın mescidi arar. Padişah onu da kabul etmez.
“Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kaldırılmak isterdin?” der
“Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…”
“Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin.” der ve camiye giderler.
Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar. Naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın da vezirin de kanı ısınmıştır bu adama. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha. Bir ara vezir sultana yaklaşıp “Galiba yanlış yapıyoruz.” der. Sultan nedenini sorar.
“Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?”
Padişah, doğru, der. Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
“Hakkını helal et evladım” der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar… “ Biliyor musun oğlum? Bizim efendi bir âlemdi, vesselam… Akşamlara kadar nalın yapar… Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!”
Sultan “Niye?” diye sorar merakla.
“Ümmeti Muhammed içmesin diye. Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek… O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara…”
Sultan hayretle… “Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki…”
“Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli.”
Hatta bir gün “Bakasın efendi, sen böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen ortada kalacak.” dedim “Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?”
Sultan merakla “Peki o ne dedi?” diye sordu.
“Önce uzun uzun güldü, sonra; Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?”
Çook uzun zaman önce dinlediğim içinde çok manalar barındıran bu kıssa, dilerim insanlarımızı bir nebze düşündürür ve onları ön yargılı olmaktan alı koyar.
Esen kalın…