NE DERSİNİZ?
Ölüyoruz…
Hava… Su… Dağ… Taş… Toprak ölüyor.
Ama en önemlisi,
İnsanlığımız ölüyor…!
Son günlerde ne kadar duyarsız insanlar haline geldiğimizin siz de farkındasınızdır eminim. Artık hiç kimsenin yüreği titremiyor. Yolda yürürken biri, bir anda yere düşse, eğilip kimse kaldırmıyor. Yanımıza üstü başı perişan bir yoksul yaklaşsa, hırsız mı, terörist mi, in mi cin mi diye sorgularken kaçıp uzaklaşıveriyoruz belki de o garibanın yanından.
Toplu ölümler, katliamlar, eylemler… Hepsini ama hepsini ekranlarımızın başında izlerken “Aman bizden uzak olsun da!…” mantığıyla düşünüyor, sanki bizim başımıza hiç gelemeyecek bir şey gibi duyarsızca kaçıyoruz tüm bencilliğimizle yaşanan bu hüzünbaz olaylardan.
Oysa ateş düştüğü yeri yakıyor. Zaman, mekân, insan ayırt etmeksizin önüne geleni kasıp kavuruyor.
Kaçmanın, kurtuluş olmadığını, kaçarak bataklığın içine daha çok çekildiğimizi de fark etmiyoruz. Hani şu kurbağa deneyinde olduğu gibi… Kurbağayı, sıcak suya koymaya kalkışırsanız zıplayıp kaçtığı halde kurbağayı içine koyduğunuz suyu yavaş yavaş ısıtırsanız ısının verdiği rehavetten bir süre sonra kaynadığının bile farkına varmaz ya… İşte aynı bu şekilde, duygularımız da yavaş yavaş öldüğünden farkına varamıyoruz belki de yitirdiklerimizi.
Çağımızın en büyük sorunu bence; insanî hassasiyetini yitiren insanlık…
Ernest Hemingway’in, insanoğlunun birbirinden kopuk bir ada olmadığını söylediği “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” adlı romanında vurguladığı gibi insanların, bireysellikten ve içine düştüğü bu korkunç aymazlıktan uzaklaşması toplum bilincine erişmesi gerekiyor.
Yalnızlaşan, gün geçtikçe daha çok bireyselliğe düşen günümüz insanı, ne yazık ki içine düştüğü duygusal körlüğü de fark edemeyerek yaşadığı topluma yabancılaşmaktadır. Üstelik bu yalnızlık, kişinin yalnızca iç dünyasında kalmayıp onu, yaşadığı topluma da yabancılaştırmaktadır.
Kendime, “Peki, insanlığımıza nasıl sahip çıkmalıyız? Topluma ve kendimize nasıl yabancılaşamamalıyız?” sorularını yönelttiğim sırada, okuduğum bir yazıdaki yaşanmışlık su serpti bir an yüreğime. Bir yerlerde filizlenen bir umut olduğunu gördüm. Yeşeren bu filizlerin boy boy ağaçlar olup ormana dönüşmesini, sağlıklı görünüp aslında ruh sağlığını yitiren hasta insanlara sirayet edip onları da iyileştirmesini diledim.
Okuduğum olay Amerika’da yaşanmış. Seattle Özel Olimpiyatları’nda, fiziksel ve zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama çizgisinde toplanmışlar. Yarışmacıların hepsi yarışı bitirmek ve kazanmak için tam bir motivasyon içindeymiş. Yarış, başlar başlamaz, aralarındaki genç bir delikanlı tökezleyip yere düşünce ağlamaya başlamış. Diğer sekiz kişi gencin ağlamasını duyarak önce yavaşlamış sonra dönüp arkalarına bakmışlar. Sonra bir anda hepsi anlaşmışçasına yönlerini değiştirerek geri dönmüş, gencin yanına gelmişler. İçlerinden Down Sendrom’lu bir kız eğilip onu öpmüş ve:
“Bu, onun daha iyi olmasına yardımcı olur” demiş.
Sonra dokuzu birden kol kola girerek bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürümüşler.
Stadyumdaki herkes ayağa kalkarak, dakikalarca onları alkışlamış. İşte toplumsal hassasiyet ve bilinçlenme noktasında engelli dediğimiz insanlardan muhteşem bir ders.
Bu olay, etrafımızdaki insanların farkına varmanın, onları anlamanın, kendi bencilliğimizden sıyrılıp, başka insanların duygu ve düşüncelerine değer vermenin önemi noktasında sizin de yüreğinize dokunmuş mudur bilmem. Ama söylediğim gibi bu olay, benim için bir yerlerde insanlığımıza yeniden kavuşma noktasında hâlâ biraz umudun var olduğunu fısıldadı benim kulağıma… Ne dersiniz?