PARİS PARİS

“Aşkın yeri ve saati olmaz.

Lâmekân lâzaman…”

                                   Hümeyra KAYA

-4-

Tüm âşıkların hayalini süsleyen Paris…

Bir zamanlar ben de çok merak ederdim… Paris’i gördükten sonra düşüncelerim ikiye bölündü ama.

Bir yanım, evet kesinlikle görülmesi gereken bir şehir derken diğer yanım çok mu abartılıyor acaba demekten kendini alamadı.

Lansmanı, âşıklar diyarı olarak yapılan Paris’ten daha çok daha cezbedici, baştan çıkarıcı nice kent ya da kentler olduğunu, benim kadar sizler de biliyorsunuzdur ama günümüzde her şey allayıp pullayıp piyasaya sürmekle alakalı bunu da biliyorsunuz. Çağımızda hazırladığınız konsepti dünyaya kabullendirmek öyle çok kolay bir şey değil. Markalaşmak ve o markayı kabullendirmek işin en zor yanı. Ve Paris, bunu bir şekilde, ustaca başarmış şehirlerden biri kanımca.

Âşıklar diyarı Paris…

Şehre aracınızla giriş yapıyorsanız aman dikkat! Bunu söyleyeceğimi kırk yıl düşünsem kendim de inanmazdım ama trafik Ankara, İstanbul trafiğinden beter. Kural ihlallerinde sınır tanımıyorlar.

Şehir merkezine geldiğimde, sağımdan geçen motosikletlerle solumdan öylece sinyalsiz geçen araçların orta yerinde arabamı ne tarafa süreceğimi şaşırmış bir vaziyette, kimseye dokunmadan ilerlemeye çalışırken, döktüğüm teri ve otele vardığımızdaki ferahlamamı uzun uzun yazmak isterdim ya neyse, zaten siz tahmin etmişsinizdir. Daha fazla anlatmayayım. Hani Almanya, katı trafik kuralları ile bilinen aşırı disiplinli bir ülke olmasa belki bu kadar yadırgamayabilirdim belki. Tıpkı Almanya’dan Türkiye’ye gelen şoförlerin neden sık kaza yaptıklarını anlamam gibi Fransa’daki kaza oranlarının neden yüksek olduğunu anlamam da çok uzun sürmedi. Fransa’ya hoş geldinizin ilk şoku trafikte olmuştu olmasına ya hepsi bu kadar da değildi.

Otele yerleşince, Fransa’da arabayla dolaşmanın pek akıllıca bir fikir olmadığını anlamış biri olarak metroyu kullanmaya karar verdim. Tabii bu da ne kadar doğru bir karardı, tartışılır!

Metro durağına gittiğimde eski püskü, sanki ikinci dünya savaşı yıllarından kalma bir istasyonla karşılaştım. Duvarlarından sarkan elektrik kabloları ve büyük bir gıcırtıyla gelen eski metroları gördüğümde şaşkınlığım daha da arttı. -Almanya’daki temiz ve bakımlı metrolardan sonra!-

Hele metroya binmeden, önümden seğirtip geçen semirmiş, koca, besili fare, şehrin tüm büyüsünü bir anda silmişti gözümden!

Neyse gelmiştim bir kere. Gezmeden olmazdı. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsındı.

Tabi ilk durak Eyfel (Eiffel) Kulesi idi. Şehrin aşk sembolü o koca metal yapı. (Tabii daha önceki bir yazımda söylediğim gibi asıl amaç başka ama olsun…)

Yemyeşil, etrafı çiçeklerle donatılmış bir parkın ortasında gökyüzünü delen koca bir metal yığını. Mağrur ve bir o kadar meydan okurcasına kurumlu edasıyla ziyaretçilerini ağırlıyor. Koca bir kuyrukta sıra bekleyen insanlar, asansörle yukarı çıkmak için cebelleşirken sıra beklemektense onca merdiveni çıkmayı göze alan onlarca, yüzlerce insan da tabana kuvvet arşınlıyor merdivenleri.

Yeşil alanda, yatan, oturan, gezen, fotoğraf çeken insanların yanı sıra, Eyfel anahtarlığı, bibloları satan seyyar satıcılar.

Seine nehrinin gelinlik bir kız gibi süzülerek aktığı manzara ve nehri süsleyen 37 köprüden biri olan Pont des Arts (pon dezar ya da pon dezağ)… “Sanat Köprüsü” ya da “Sanatlar Köprüsü”… Bir zamanlar, âşıkların astığı kilitler nedeniyle köprü, Pont des Amoureux (pon dezamurö ya da pon dezamuğö) yani Âşıklar Köprüsü olarak anılmaya başlamış.

Çünkü Paris’i ziyaret eden sevgililer, aşklarının ölümsüz olması için bu köprüye asma kilit takmaya başlamış ve kısa zamanda bu gelenek öyle yaygınlaşmış ki köprüde kilit asacak yer kalmamış. Hatta o kadar ki sokak lambalarına bile kilit asanlar olmuş…

Taaki Paris Belediyesi güvenlik nedeniyle tüm kilitleri söktürüp köprü korkuluklarını ahşap kaplatana dek.

Eyvah!…

Köprüdeki asma kilitler teker teker sökülünce acaba tüm aşıklar ayrıldı mı sevgililerinden?!!!..

Neyse buralar, gerçekten görmeye değer harikulade yerler. Notre Dame Katedralinde Quasimodo’yu arayan meraklı gözler, muhteşem yapıyı merakla izleyip fotoğraf çekerken, girişi ücretsiz olan Katedrali görmek için sıraya giren insanlar, bu katedralin güzelliğini Victor Hugo’ya borçlu olmasa da ünlenmesinde ciddi payı olduğu gerçeğini göz ardı edemez. Victor Hugo, hayatta olsa sürekli kulakları çınlardı herhalde!

Ve Louvre… Burayı anlatmak için elbette ayrı bir yazı yazmayı düşünüyorum. Gezmekle 100 günde bitiremeyeceğiniz, efsanevi Mona Lisa’nın sizi takip eden bakışlarını üzerinizde hissedeceğiniz, meydanında idam edilen onca ruhun dolaştığı dünyanın en büyük sanat müzesi… Laf aramızda, burayı yakın zamanda yeniden gezmeyi planlıyorum. Kısmetse belki o zaman anlatırım size…

Ve âşıkların el ele gezdikleri Fransa’nın en ışıltılı caddesi Champs-elysees… Işığa âşık pervane gibi dolaşan yüreği kıpır kıpır insanlar…

Ve… Çocukları en az âşıklar kadar bu şehre çeken o büyülü hayal dünyası Disney Land…

Turistik olan her şey ve her yer Paris’te ziyaretçilere muhteşem güzel sunulmuş. Ama Paris’te unutulan tek şey şehirlerin bir bütün olduğu.

Ara ve hatta arka sokaklarındaki çer çöp dolu pis manzara, ortalıkta dört dönen yan kesiciler ve arabanıza çarptıktan sonra hiç umursamadan yoluna devam eden şoförleri saymazsak çok güzel bir şehir.

Ama yine de ben şehirlere bir bütün olarak bakmayı tercih ederim. Ya siz?

Paylaşın herkes okusun ;

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir