“Ruhu olan kentlerin, bir kimliği olabilir ancak.”
Hümeyra Kaya
– 3-
Bir keresinde Yunanistan’ın küçük sahil kentlerinden biri olan Kavala’ya yolum düşmüştü. Şehre girdiğimde, karşılaştığım manzara karşısında dilimden dökülen ilk sözcükler “Aaa… Bodruma geldik de haberim mi yok?” oldu. (Kavala, ‘bilmeyenler için’ Yunanistan’ın, Doğu Makedonya, Doğu Trakya bölgesinde yer alan, kesinlikle görülmeye değer, turistik bir kent, tavsiye ederim!)
Farkında olmadan, şehre hâkim bir noktadan giriş yapmış olmamın avantajıyla; tıpkı Bodrumdaki gibi, yukarıdan aşağı dizi dizi dizilmiş küçük beyaz evlerdi belki de bana bu cümleyi kurduran. Lakin bembeyaz evlerin kucakladığı uçsuz bucaksız maviliğin, ruhumda estirdiği o birkaç saniyelik vuslat rüzgârının, havanın tüm yakıcılığını silip süpürmesi ve tam o anda şehrin ruhunun, ruhuma temas etmesini tarife şu an imkân yok.
Tıpkı o gün gibi bugün de hâlâ her şehrin bir kimliği, bir ruhu olduğunu düşünüyorum. Ya da ruhu olan kentlerin, bir kimliği olabilir ancak diyorum.
Tıpkı birçok Avrupa kentinin sahip olduğu gibi… Oturup şöyle bir düşündüğümde Avrupa’da, birçok sembolik unsur üzerinden, bir ruh kazandırılıp kimlik inşa edilen o kadar çok şehrin mevcut olduğunu o kadar net görebiliyorum ki. Ama bu sembolik unsurların kentin ruhuna temas etmesi yıllar yıllar belki de yüzyıllar almış hep.
Önce kent sindirmiş onu potasında, sonra o kentin insanları, sonra da farklı kültürlere ait insanlar…
Mesela her Avrupa kentinde mutlaka var olan meydanlar… Şu an ne kadar güzel görünseler de gözümüze, yıllar boyu ne acılara ne zulümlere ne eylemlere tanıklık etmiş meydanlardır bunlar. Kimi kanlı baskınlar, giyotinler, ölümler arasında, çığlık çığlığa sinmiş kentin dokusuna kimi halk eylemlerini, direnişini, özgürlük çırpınışlarını hapsetmiş şehrin meydanına.
Mesela Prag’daki Old Town Meydanı ve Orta Çağ’dan beri kent meydanına ruhunu veren astronomik saat kulesi. Her saat başı Hz. İsa’nın on iki havarisi selamlar sizi. Çekya’da hemen hemen herkesin bildiği efsaneye göre, bu kuleyi inşa eden kişi, kuleyi bitirdikten sonra kasıtlı olarak kör edilmiştir ki, bu eşsiz kulenin aynısını başka bir yerde yapamasın! ( Dilerim doğru değildir!) Bin yıla yakın bir geçmişin sindiği bir meydan. O çağda dünyanın yedi harikasından biri kabul ediliyormuş ama bence hâlâ öyle sayılmalı.
Ya da Berlin’deki meşhur Paris Meydan’ı. Napolyon’a karşı kazanılan zaferden adını alan bu meydan uzun zamandan beridir şehre o şenlik havasını yaşatır. Şimdilerde tüm kutlamalar eğlenceler, ruhunu o zaferden alarak burada gerçekleştirilmekte.
Mesela Kızıl Meydan. Bu henüz benim de görmediğim meydanlardan. Ama meydandaki kulelerin masalsı dünyasına kapılmamak lazım diyorlar… Burada zamanında çoook kanlı eylemler gerçekleşmiş.
Fransa Concorde Meydanı. Sekizgen bir meydanın içinde düşleyin kendinizi, çevresine eski yapılar dolmuş. Koca meydanda zamanı geri sarın ve koca bir giyotinin etrafında Marie Antoinette’in, Kral 16. Loui’nin ve o meydanda canı alınmış yüzlerce insanın ruhu dolaşıyor belki de hâlâ. Bunları düşünerek orada ürperdiğimi hatırladım birden.
Ya da düşünsenize koca Fransa’ya romantizm ruhunu veren ne Aşk Tanrısı Eros ne de Humbert’ın Lolita’ya duyduğu o şehvetli aşk. Fransa’ya romantizm ruhunu veren buz gibi soğuk yüzüyle şehrin göbeğinde duran heyula bir metal yığını. Oysa inşaat mühendisi ve mimar olan Gustave Eiffel, Fransız ihtilalinin 100. yılı kutlamalarına denk gelen Paris dünya fuarına (paris expo) sembol kapısı olması amacıyla yapmıştı o yapıyı.
Berlin Duvarı, her ne kadar yıkılmış olsa da, o yıllarda yaşananların buz gibi ruhunu hissettiriyor hâlâ tüm kente.
Anlayacağınız Avrupa kentlerinin dokusuna sinen tarih, varlığını oralarda bir yerlerde hep koruyor. Ne adı değişiyor, ne şekli modernize ediliyor ne de yıkılıp yok ediliyor. Avrupa kentleri, tarihini ruhunda taşıyor.
İsterseniz daha basit bir örnek vereyim.
40 sene önce ailemle yaşadığım çocukluk evime gitmek istediğim gün, hafızamın derinliklerinde kalan adresi navigasyonuma yazarken, ümitsiz bir arayışa düştüğüm hissiyatıyla yola çıkmıştım. Fakat 40 yılda sokağın adından kapı numarasına kadar hiçbir şeyin değişmediğini gördüğümde aslında şaşırmadığımı fark ettim. Çünkü Avrupa kentlerinde değişen belediyeler, bir önceki belediyelerin işini bozup yeniden yapmak misyonuyla çalışmıyor. Mahalle, sokak adlarını değiştirmek gibi bir hedefleri de hiç olmamış gördüğüm kadarıyla. Onlar, yaşadıkları ve yönettikleri kentin vizyonunu artırmak amacıyla hizmet veriyorlar. Ve kentin vizyonunu artırmanın, o kentin ruhunu korumakla mümkün olacağını biliyorlar.
O sebeple, yıllardır değişmeyen sokak isimleri ile bütünleşen mahalleler sahipleniyor şehrin ruhunu.
O sebeple, yıllardır yerinden kıpırdatılmayan taş evler, Arnavut kaldırımlı sokaklar sindiriyor şehre kimliğini.
Tarihi dokunun olduğu yerlerde koca koca apartmanlar, gökdelenler, modern köprüler de göremezsiniz. Onlar şehrin yeni diye kurulan bölümlerinde boy gösteriyor gerekiyorsa. Gerekmiyorsa hiç yapılmıyor o tarz yapılar.
Nasıl ki her çalıştığınız işyerinde patronunuz size başka isim vermiyorsa, seçilen her belediye başkanı da sokaklarına farklı isimler vermiyor. Adınızla nasıl özdeşleşiyorsanız, sokaklar da isimleriyle özdeşleşiyor Avrupa’da. Aidiyet duygusu kazandırıyor, şehrin ruhuna, kimliğine tüm bunlar.
İşte tarihe tanıklık eden ve onunla hemhal olan Avrupa şehirlerinin birçoğunda tüm bu ve benzeri sebeplerden, kentin ruhunu, ruhunuzda hissedersiniz…
Takdir edersiniz ki, siz de ruhu olan kentlerin ruhunu hissedebilirsiniz ancak!