Tehlikeli Hastalık
Laozi (Lao-Tzu) Çin efsanelerine göre M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olabileceği tahmin edilen, hakkında pek çok efsane olan bir adam… Bir rivayete göre Zhou Hanedanlığı’nın, imparatorluk kütüphanesinde, çok okuyan ve araştıran, ömrünü bilgiye adamış bir arşivciymiş; 80 yaşına geldiğinde insanların; doğal güzelliklerin ve iyiliğin yolundan gitmemesinden yorulmuş ve üzülmüş olarak Çin’i terk etmek istemiş. Hangu sınır kapısından geçerken muhafız Yin Xi, Laozi’dan, gitmeden önce öğretilerini kaleme almasını istemiş ve o da Tao Te Ching kitabını yazmış.
Yazıma neden bu kısa öykü ile başladığımı düşünenler için açıklamak istiyorum: „Bilmediğini bilmek en iyisidir. Bilmeyip de bildiğini sanmak,tehlikeli bir hastalıktır.“
Bu sözü okuduğumda, ne kadar doğru söylemiş Lao-Tzu dedim kendi kendime. Sonra durdum, beyin süzgecimden bu ismi geçirdim. Tanımıyordum. Hatta ilk kez duymuştum bu ismi diyebilirim. Hemen teknolojinin nimetlerinden faydalanarak arama motoruna ismi yazdım ve yukarıda okuduklarınızın da anlatıldığı bir elektronik sayfa açıldı bilgisayarımın ekranına. Artık kimin doğru söylediğini biliyordum… Peki bu neden önemliydi benim için?…
Hem yeni bir bilgi ekledim bilgi dağarcığıma, hem de okumanın, araştırmanın ve öğrenmenin yaşı olmadığını; öğrenmekten zarar gelmeyeceğini, aksine bilginin insanı güçlü kıldığı noktasına dikkat çekmek istedim. Toplumumuzda o kadar bilmediği halde biliyormuş gibi davranıp sonra bu yalana kendini de inandıran insanlar var ki… Bunun tehlikeli bir hastalık olduğunun farkına varmadan yaşayıp giderler, tekerrür eden bu döngünün içinde.
Uzun bir aradan sonra Türk Dili ve Kültürü Öğretmeni olarak geldiğim Stuttgart Şehrinde ne yazık ki „Ben zaten Türkçe biliyorum!“ diyerek Türkçe Derslerine katılmayan öğrencilerimize ve onların bu tutumuna göz yuman ailelerine aslında bu sitemim.
Tıpkı MÖ 4. yy’da Laozi’nin de gördüğü ve 25 yy’dan beri müzminleşmiş bu hastalığın izlerini silmek istercesine mücadele eden ve yurtdışı görevlerini sürdürmekte olan eğitim neferlerine ne kadar çok sorumluluk yüklendiğinin bir göstergesidir bu bence.
Bu cümleyi geldiğimden beri sindiremedim içime.“Ben zaten Türkçe biliyorum!“ O zaman Türkiye’de neden Türkçe dersleri var, Almanya’da Almanca?… Nasıl olsa herkes kendi dilini biliyor!… Bilmem bu soruya nasıl bir cevap veriyoryorlar. Ben şu ana kadar kimseden bu konuda bir açıklama alamadım. Sadece omuzlarını çekmekle yetiniyorlar…
Bir dili biliyorum diyebilmek, o kadar kolay bir iş değildir. Hele bu dil, Türkçe gibi yüzyıllara dayanan köklü bir medeniyete ait ise… 600 binin üzerinde söz varlığına sahip bir dili biliyorum diyebilmek, öyle her babayiğidin harcı olmasa gerek diye düşünüyorum. Günümüzün ünlü Türkologları bile hala dilimiz hakkında araştırmalar, incelemeler yaparken, bu güzel dil hakkında yeni bir şeyler öğrenmeye çalışırken; onlar bile her şeyi bilemediklerini ifade ederlerken burda ne Türkçe’yi ne de Almanca’yı tam konuşamayan yavrularımızın bu duyguya nasıl kapılmış olabileceklerini düşünemiyorum bile.
„Türkalmanca“ diye adlandırdığım yarı Almanca, yarı Türkçe’den oluşan bu karma dil dönemini artık bitirmemiz gerekiyor. Kendi diline hakim bir insanın hangi dil olursa olsun çok daha kolay öğrenebileceği gerçeği, dünyadaki bütün dil bilimciler tarafından onay görmekte iken, ailelerimize binlerce km. uzaktan düzenlerini değiştirerek T.C. Devleti tarafındangörevlendirilerek gelen bunca degerli öğretmenimizin sunduğu bu imkanı değerlendirmemek,insanların dil öğrenebilmek icin yığınla para harcadığı şu dönemde, altın tabak içinde sunulan fırsatı değerlendirmemek değil de nedir sizce?
Türkiye’den Almanya’ya iş gücü göçünün 50. yılını yaşadığımız bu yılda; dil, millet, kültür bilinci gelişmiş, entegre olmuş ama asimile olmamış, donanımlı, çok yönlü, kendinden emin bir neslin yetişmesi için el ele vermek zorundayız. Güzel dilimizi düzgün telaffuz edip, kurallı kullanmak, yabancı dillerdeki sözcüklerin dilimize girmesine engel olmak için mücadele etmek zorundayız. Unutmamalıyız ki; bugün bunu bizler yapmazsak, yarın başka sorunlar başgösterecektir.
Yazımı, yine hep büyük bir beğeniyle okuduğum ve tasdik ettiğim Konfüçyüs`le 1500 sene öncesine giderek tamamlamak istiyorum.
Konfüçyüs’e:
“Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk iş olarak ne yapmak isterdiniz?” diye sormuşlar.“Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim.” diye karşılık vermiş. Dinleyiciler şaşırmışlar: “ Niçin?” dediklerinde ise. Konfüçyüs’ün karşılığı şöyle olmuş: “Çünkü; eğer dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; eğer söylenen istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen şey yapılmaz; eğer istenen yapılmazsa, ahlak ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar; eğer adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek, her şeyden önemlidir.”