TÜKETİYORUZ

AYARSIZ, Temmuz 2017

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan, bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler, yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”

                                                                                                     Jean Baudrillard

Neleri tüketmiyoruz ki şu fani dünyada? En çok da hayatlarımızı tüketiyoruz sanırım… Peki nasıl?

Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu” kitabını, başımı emme basma tulumba misali sallayarak bir solukta okudum. Zira kitap, havsalamdaki birçok düşünceyi perçinlerken, zihnimdeki yapı taşlarına yeni yeni bir sürü tuğla eklememe vesile oldu. İnsanların, geçmiş zamanlarda olduğu gibi insanlarla değil de nesnelerle kuşatıldığını yeniden kanıksadım. Sayfaların derinliğinde, bir kez daha gündelik, sıradan alışverişlerimizin bile boyut değiştirdiğine tanıklık ettim.  

Nesneler çağını yaşıyoruz diyordu ünlü sosyolog. Küçük çocuğun, kurtlarla yaşaya yaşaya kurda dönüşmesinde olduğu gibi demek ki biz de yavaş yavaş işlevselleşiyoruz, diyordu. Yani nesnelerin ritmine ve onların hiç kesintisiz art arda gelişine göre yaşıyoruz.

Başta yaptığım alıntıda Baudrillard’ın ifade ettiği gibi, gerçek ve sahte ihtiyaçlar arasında gidip geliyoruz. Yeni çıkan cep telefonuna ihtiyacımız olmasa bile, eskisi işlevlerini sürdürdüğü halde en yeni modele sahip olabilmek için tüm şartlarımızı zorluyoruz.

Neden peki? Bunun bize prestij kazandırdığını, toplum içinde farklı bir yere sahip olduğumuzu düşünerek egomuzu besliyor ve nesnelere tâbi dünyamızda mutlu oluyoruz çünkü. Karşımızda duran insanı, üzerindeki markalı kıyafeti, elindeki son model telefonuna göre kategorize ediyoruz. Zengin (VİP) mi, orta sınıf mı, yoksa gariban mı, bu nesneler üzerinden değerlendirerek hareket ediyoruz. Çünkü hiçbir zaman özle, içerikle ilgilenmiyor surete takılıyoruz.

Tüketme isteğinin, salgın bir hastalık gibi her yanı kuşattığını, birçok insanı kendine esir ettiğini ve özellikle genç nesli bağımlı hale getirdiğini; tüketmenin, artık araç olmaktan çıkıp insanların amacı olduğunu görebiliyoruz. Hayatı kolaylaştırmak, daha anlamlı hale getirmek için piyasaya sürülen birçok ürünün, bugün ne yazık ki, insan hayatını anlamsızlaştırmaktan öte gidemediğini de biliyoruz.

Ama yine de birçok sektörde firmaların, yüzlerce, binlerce birbirine çok benzer özellikteki yeni ürünü, art arda piyasaya sürmek sureti ile insanları insanlardan uzaklaştıran nesneler hükmünde, bizleri zorunlu tüketime sürüklemesine izin veriyoruz.  

Bunu da, başka bir sosyolog olan Sennett’in ifadesiyle, kendimizden geçerek dolaştığımız tüketim katedrallerinde gerçekleştiriyoruz. Sennett, tüketim katedrali olarak nitelendirdiği alışveriş merkezleriyle dini vecibelerini yerine getirdikleri katedralleri bu noktada özdeşleştiriyor. Düşününce, mantıklı buluyorsunuz. Gelin Sennet’in dediklerini biz de birlikte canlandıralım zihnimizde.

Şimdi, hemen zihninizde büyük alışveriş merkezlerini tasavvur edin. Kapıdan girdiniz. Sağınız, solunuz mağazalarla kuşatılmış. Dışarıyı görebiliyor musunuz?

Hayır, çünkü burayı inşa edenler, ilginizi sadece alışverişe çekmek istiyor. Tıpkı dini vecibelerinizi yerine getirirken dışarıyı göremediğiniz ve inancınızla ibadetiniz arasına dış dünyayı sokmadığınız gibi… İşte tam da bu sebeple yapacağınız alışverişe odaklanmanız için var olan pencereler de genelde alışveriş merkezlerinin en yüksek kısımlarına yapılıyor.

Sonra yine bir düşünün, saat var mıdır alışveriş merkezlerinde? Zamanın nasıl akıp gittiğini fark edemiyorsunuz. Saatlerce içeride kalıp o mağaza senin bu mağaza benim dolaştıktan sonra dışarı çıktığınızda genellikle “ Aaa… Hava kararmış!” cümlesi en çok sarf edilenlerden biri olsa gerek. Dikkat edin, ibadet edilen yerlerde de saat yoktur.

Belirli zamanlarda düzenli olarak ibadet ettiğiniz mabetleri ziyaret edersiniz. E alışveriş merkezleri ziyaretinde de vardır aynı ritüel. Bir süre gidemediğinizde bir eksiklik hissedersiniz değil mi?

Tabii bir de huzur, mutluluk ve ruhsal terapi vardır bu özdeşleştirmenin özünde. İbadet ettiğinizde eriştiğiniz manevi hazzın farklı bir varyasyonudur aslında alışveriş sonrası yaşadığınız. Bilmem artık ona maddi haz mı dersiniz yoksa başka bir şey mi !?

İşte, Sennett’in betimlediği tüm bu tüketim katedralleri ile donatılmış kentlerde, nesnelere bağımlı sürdürdüğümüz hayatlarımızda çılgınca tüketiyoruz tüketmesine ama göz ardı ettiğimiz bir şey hem de çok önemli, çok değerli bir şey olduğunu unutuyoruz galiba…

Zira bu soğuk, donuk, duygusuz dünyada nesneleri, anlık hazlara kaptırmış tüketirken, kendi hayatlarımızı da acımasızca tükettiğimizi fark etmiyoruz, edemiyoruz.

Uğruna para, emek ve en değerli zamanlarımızı harcadığımız tüketim maddelerinin peşinde; tüketirken, tükeniyoruz. Anlık, gelip geçici hazlar yaşamak için, sonu gelmez isteklerimizi törpüleyemediğimiz için, birbirimizi sevmeye, saygıyı duymaya maddi sebepleri aracı kıldığımız için zamanın acımasız akışına, fütursuzca teslim ediyoruz kendimizi.

Oysa tüketilen eşyaların yerine yenisini alıp koyabilirken, acımasızca tükettiğimiz hayatlarımızın tükenen kısımlarını yenileme şansımız olmayacak ne yazık ki! Bunu bile düşünemiyoruz.

Mesela, çocuk yaşımızdaki oyunları istesek de aynı şevkle oynayamayacağız, 18 yaşındaki gibi âşık olamayacağız mesela, yirmili yaşların başındaki gibi sorumluluk taşımadan özgürce gezip dolaşamayacağız, otuzlu yaşlardaki gözlerle hayata bakamayacağız yeniden…

Haydi, bir deneyin isterseniz, olduğunuz yerden 180 derece geri dönün ve tüketilmemiş yeni bir 18 yaş alın kendinize!

Paylaşın herkes okusun ;

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir