YASAKLARIN DAYANILMAZ CAZİBESİ…

Streisand Etkisi

Son günlerde ceza üzerine ceza kesilen “Kızıl Goncalar” dizisinin aklıma getirdiği “Streisand effect” teriminden ve “yasaklar” meselesinden bahsetmek istiyorum bugün. Bu yazıyı yazarken Kızıl Goncalar dizisinin 1. Bölümünün sadece You Tube’da 7 milyon 200 bin defa izlendiğini görünce ister istemez bu kuramı anımsadım .

Belki biliyorsunuzdur, ismini ünlü Amerikalı şarkıcı ve aktris Barbra Streisand’dan alan bir kuram bahsettiğim.

Olay, fotoğrafçı Kenneth Adelman’ın, 2003 yılında Kaliforniya sahillerindeki erozyonu görüntülemek için çektiği yüzlerce fotoğrafı bir internet sitesine yüklemesi ile başlıyor. Aslında Adelman’ın niyeti çevresel bir soruna dikkat çekmek. Ancak Malibu’daki evinin bu fotoğraflar içinde görüntülendiğini fark eden Barbra Streisand, Adelman’a, özel hayatın gizliliğinin ihlali sebebiyle dava açıyor. Bu davayla işin boyutları değişiyor. Streisand davayı açana kadar sadece altı kez indirilen, içinde evinin de yer aldığı fotoğraf, dava açıldıktan sonra 420.000 indirilme sayısına ulaşıyor. Aslında kimsenin umursamadığı bir ev fotoğrafı, bir anda herkesin dikkatini çeken bir gündem haline dönüşüyor.

İşte bu durum yani Streisand etkisi, psikolojik tepkisellik kuramının işleyişine iyi bir örnektir aslında. Bu kurama göre insanlar, onlardan bazı bilgilerin saklandığını öğrendikleri zaman, bu bilgilere erişmek ve onları yaymak için, olduğundan daha fazla bir iştah gösterirler.

Bu durumda “Bir şeyin yapılmasını istiyorsanız onu hemen yasaklayın!” dersem yanlış olmaz sanırım. Zira Montaigne’in “Denemeler”inde de ifade ettiği gibi:

“Bir şeyi yasaklamak, insanı heveslendirmektir.”

Yasaklar söz konusu olunca bir çoğumuzun ilk aklına gelen şüphesiz cennet, Hz. Adem ve Hz Havva’dır. Varoluşun, başlangıcın, kozmosun köklerinin atıldığı o metafizik âlem.

İnsanoğlunun bilinmeyene yönelik merakı, yasak meyvenin yenilmesi arketipinin (ilk örneğinin),  ilk günahının ortaya çıktığı o âlemden kovulması ile başlayan insanlık tarihinin ilk hikâyesi. Yani merak, özellikle de yasaklara karşı merak, insanın hamurunda var. Yeryüzünde varoluş sebebimizin ana meselesi belki de bu.

Bu konuda yüzlerce binlerce yazı yazılmıştır belki ama konu o kadar güncel ki ne kadar yazılsa da o kadar söylenecek çok şey bulunuyor. Çünkü konu aynı olsa da meseleler insanla harmanlanıp insanla yolculuğuna devam ediyor.

Yasaklar denilince aklıma gelenlerden biri de Deve Kuşu Kabare’nin (Benim gibi yaşı yetenler bilir!) 1980’lerde sahnelediği “Yasaklar” adlı tiyatro oyunudur. İçindeki her skeci defalarca ayrı ayrı evirip çevirip dinleyip güldüğüm ama aslında acı gerçeklerimizi yansıtan o muhteşem skeçlerden oluşan muhteşem tiyatrocuların sergiledikleri muhteşem performansları…

Bugün, en çok hoşuma gidenlerden birini sizinle de paylaşmak istiyorum. Gelin birlikte hatırlayalım:

Tek kanal dönemi, yayın yasaklarının, sansürün ayyuka çıktığı zamanlar. Bir okulun yılsonu müsameresi televizyonda yayınlanmak üzere kayda alınmaktadır. Öğretmenleri eşliğinde hazırlanan öğrenciler, dans eşliğinde “Minik Kelebek” adlı şarkıyı söylemektedirler. Öğrenciler, kelebek kostümleriyle “Uç uç uç, koş koş koş” dedikleri sırada, köşedeki masada oturan Naşit Özcan “Kesiyoruz efendim” diyerek şarkıyı söyleyen öğrencileri birden susturur. Şarkının neden kesildiğini soran Cihat Tamer’in oynadığı öğretmen, Nezih Tuncay’ın oynadığı denetim görevlisine yönlendirilir. Denetim görevlisi, yani bir diğer adıyla “Muzır neşriyata zamanında müdahale görevlisi”:

 “Şimdi malumunuz televizyon yayınlarının da bir kaidesi var, değil mi beyefendi?” diyerek söze başlar. “Zararlı neşriyata zamanında müdahale şart.” deyince öğretmen:

 “E, bizim şarkımızda sakıncalı bir yer mi var?” diye sorar. Görevli:

“Sakıncalı değil, mahzurlu… ‘Mahzur’ kelimesinin yanında ‘sakınca’ gözyaşları içerisinde kalır.” der.

Sonra öğretmene dönüp “ ‘Uç özgürce uç, durmak ne demek?’ ne demek?” diye sorar görevli. Öğretmen anlamıştır ama bozuntuya vermeden

“Anlamadınız mı? Uç özgürce uç, durma Kelebek! demek” der. Görevli:

“Yani der: kelebek istediği gibi uçsun, istediği haltı karıştırsın, sonra kanun namına dur deyince, durmak ne demek öyle mi?” diye çıkışır görevli. Sonra ekler: “Yok öyle şe, yok öyle şey! Bu kelebek dağ başında mı yaşıyor?”

“Öyle ya der öğretmen, kelebek dediğiniz ana caddede yaşar!”

Artık tüm replikleri yazmayayım, dileyen internette var, izlemediyse izleyebilir. Benim gelmek istediğim nokta skecin sonunda basit bir çocuk şarkısının bile her dizesine yüklenmeye çalışılan bambaşka manalar sonucu maruz kaldığı sansürle nasıl değiştiği. Hatta şarkının güftesinden öte bestesinin bile nasıl değiştiğini ironik bir üslupla izliyor gülerken de düşünüyor olmamız. Acı ama gerçek. İnsanlar, istedikten sonra, öyle olmasa da istemedikleri şeyleri, öyleymiş gibi gösterebiliyorlar.

Sansür, demokrasilerin olduğu toplumlarda her noktaya nüfuz ediyorsa gerçek demokrasinin varlığı tehlikeye girmiştir. Çünkü demokrasilerin asıl hedefi toplum yararına, ortak bir bilinçle hareket edebilmekten geçer. Yaşanan olumsuzlukları eleştirdiği için hiç kimsenin sansürlenmemesi gerekir. Olumsuzluklar konuşulmadıkça olumlu olanı bilmemiz ve bulmamız mümkün değildir. Olaylar karşısında kafalarımızı devekuşu gibi kuma gömmekse hiç doğru değildir. Bu dünya bizim ve onu daha yaşanılır daha iyi bir yer haline getirmek de bizlerin görevi.

Bu nedenle, sanatın, sanatçının, basının ve yazarların, aydın, eğitimli ve bilgili insanların, bilginin yolu her toplumda açık olmalı. Yetişkin, aklı başında her birey, ne yapacağına, neyi izleyip neyi izlemeyeceğine kendi karar verebilme yetisine sahiptir. Elbette beğeniler görecelidir ama doğru tektir, aklın yolu birdir!

Yönetimlerin görevi, eğitim kurumlarının içini en iyi ve en doğru bilgi ile donatmaktır. Eğitimli ve donanımlı insanların yetiştirilmesine özen gösterilirse, kişiler kendi otokontrollerini yapabilir. Böylece kişiler ne izleyip ne okuyacağına, nereye gidip nereye gitmeyeceğine, ne giyinip ne giyinmeyeceğine … vb. kendileri karar verebilir.

Sansür, ilkel toplumlara yönelik bir uygulamadır. Aslolan bilgili bilinçli insanlar yetiştirmektir. Yani her zaman olduğu gibi geldiğimiz son nokta:

Eğitim şart!

Ama bilimin, sanatın, edebiyatın ışığında, doğru ve akılcı bir eğitim!

Şunu unutmamak gerekir ki yasaklar hiçbir şeyin çözümü değildir. Yazımın başında da söylediğim gibi sadece, yasaklanan şeylere ilgiyi daha çok çekmekten öte gitmeyen bir durum oluşturur. Gerçeklerinse ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu zaten vardır.

Kalın sağlıcakla!

Paylaşın herkes okusun ;

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir