ZAFER, ZAFER BENİMDİR DİYEBİLENLERİNDİR.
KİLİM GAZETESİ BADEN WÜRTTEMBERG – Mart Ayı Sayısı 2020
ZAFER, ZAFER BENİMDİR, DİYEBİLENİNDİR!
Büyük Zaferin 105. Yılında…
Savaşın, hem ruhu hem bedeni üşüten o soğuk yüzüydü Arıburnu’nda, Conk bayırında dağı taşı kaskatı kesen. Savaş, dağı taşı katı kesmesine kesiyordu ama Türk askerinin iman dolu göğsüne gelince donup kalıyordu.
O sabah, işte tam da o sabah 57.Alayla yarışan 27. Alay, düşmanın Arıburnu’ndan çıkışında düşmanı değil, şehadeti karşılayacaktı. 27. Alayın büyük bir bölümü, 57. Alayın tamamı yürüyecekti Hakka. Hazırlıklar Allah’a, O’na yaraşır şekilde varabilmek içindi ve söz konusu vatansa gerisi teferruattı…
Maydos’tan (Eceabat) Kabatepe tarafına hayalet misali yürüyen taburlardan geriye, gölgeleri dışında fundalık alanlarda bıraktıkları kirli esvapları kalmıştı sadece. Mütevekkil bir edayla görevlerini aksatmadan ilerleyen Mehmetçik, inandığı manevî dünyaya, sadece temiz yüreği ile değil temiz kıyafetleri ile yürüyordu. Öyle ya Vahdet-i vücuda erişmek sadece manen değil maddeten de temizlik gerektiriyordu. Yani hazırlıklar her türlü tamamdı.
27. Alay’ın, 25.000 Anzak askerinin karşısına dikilmesi kimine göre belki bir intihardı ama onlar Milli Şairimiz Mehmet Akif’in dediği gibi “Bu topraklar için toprağa düşmüş asker” diler. Bile bile, isteyerek yürüdüler önlerine serilen yeşil halının üzerinden irem bahçelerine.
Falih Rıfkı ATAY, Çankaya’da şöyle anlatıyordu: Düşman kuvvetleri Türk gözetleme taburunu püskürterek bir miktar ilerlediğinde, burada 27. Türk Alayı ile karşılaştı. Düşman çıkarmasını haber alan Mustafa Kemal, ordudan emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine ulaştı. Askerlerine orada kısa bir dinlenme molası verdi. Kendisi de yanındakilerle yaya olarak Conkbayırı’na geldi. Orada cephaneleri bittiği için çekilen ve düşman tarafından kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı.
Bundan sonrasını Mustafa Kemal şöyle aktarmaktadır.
– Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
– Efendim düşman…
– Nerede düşman?
– İşte… diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten de düşman bana, benim askerlerimden de yakın. Düşman bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek kötü duruma düşecek. O zaman bir mantıkla mıdır, yoksa bir içgüdü ile mi, bilmiyorum, kaçan erlere:
– Düşmandan kaçılmaz, dedim.
– Cephanemiz kalmadı, dediler.
– Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedim ve bağırarak:
– Süngü tak, dedim. Yere yatırdım. Erler yere yatınca düşman da yere yattı.
Kazandığım an, bu andır. Düşman ne yapacağına karar verinceye kadar 57. Alay da Conkbayırı’na yetişti.
Daha sonra 19. Tümenin öteki alaylarını da emrine alan Mustafa Kemal, düşmana karşı daha etkili bir taarruz başlattı. Kocaçimen platosunun düşmanın eline geçmesi önlendi ve Çanakkale savunmasının temeli atıldı.
Mustafa Kemal, o gün Arıburnu kuvvetleri komutanı olarak verdiği emirde şöyle diyordu:
– Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!… Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi başka kuvvetler alabilir.
Mustafa Kemal, bu savaşlarda, durumu çabuk kavramak ve çabuk karar vermek, sorumluluktan çekinmemek gibi davranışlarıyla kendisinde büyük komutanlık nitelikleri olduğunu meydana çıkarmıştır.( Kaynak: F. Rıfkı ATAY Çankaya, İstanbul, 1984, s.87-88)
Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşımızdaki muzaffer kılıcının çeliğine su veren hiç şüphesiz Çanakkale Savaşları olmuştur. Çanakkale’de cereyan etmiş olan deniz, kara harekât ve savaşlarını birbirinden ayırt etmeksizin değerlendirmek bu anlamda çok önemlidir. Zira her iki savaş bir biriyle iç içe olduğu gibi bir diğerinin tamamlayıcısıdır.
Ve hiç şüphesiz, Çanakkale’nin her cephesinde savaşan Seyit Onbaşılar, Elifler, Aliler ve daha nice isimsiz kahramanlar, onların inanç ve iman yüklü gönülleri, yürekleri Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde yazmıştır Türk ve dünya tarihinin yazgısını değiştiren bu şanlı zaferi yere göğe.
Zira “Çanakkale Zaferi, bir milletin yeniden dirildiği ulusun canlandığı yüce bir zaferdir.” ve “Zaferin büyüklüğü, savaşın çetinliği ile ölçülür.” diyen Churchill gibi birçok ünlü komutan, lider ve tüm dünya bu inanılmaz zaferle Türk’ün gücü karşısında bir kez daha diz çökmüş, baş eğmiştir.
Selam olsun şanlı Türk Milletine, selam olsun şanlı Türk Askerine… Bu zafer bizim!
Kadını, erkeği, çoluk çocuğu ile bu zafere inanan, bu mukaddes toprakları canları pahasına bizlere bırakan Ata’mıza, atalarımıza, dedelerimize, ninelerimize bin bir minnet, dua ve rahmetle… Gazilerimize şükranla…
Büyük zaferin 105. yılında; ruhlarınız şâd, mekânlarınız cennet olsun, kabirleriniz nurla dolsun…
ALLAH BU MİLLETE BİR DAHA İSTİKLÂL MARŞI YAZDIRMASIN!
Kutlu bir ay mart ayı hangi şanı hangi şerefi bu satırlara sığdırsam bilemedim. Şanlı tarihimizi öyle üç beş cümleyle geçiştirmek olmuyor. Çanakkale’de destan yazan bir millete bahşedilen İstiklal Marşı’mızın 99. Yıl dönümünde ondan bahsetmemek de olmaz elbet.
Zira, İstiklâl Marşı’mız, Türk Milleti’nin mukaddesleri uğruna ettiği yeminin manzum ifadesidir.
İstiklâl Marşımız, şanlı tarihimiz, umutla bakmak istediğimiz istikbalimiz ve adını kutsal şehit kanlarıyla en yükseklere yazdığımız bağımsızlık uğruna kaleme alınmış, hepimizin yürekten hissederek iştirak ettiği, çok kıymetli bir misak-ı milli sözleşmesidir.
Türk milletinin kaderini değiştiren bir mücadele sonrasında, şeref, haysiyet ve onurunu kutlu kılan, kıvancına ve tasasına tercüman olan bir anttır İstiklâl Marşı’mız…
Böylesi kutsal bir manzum eseri, destanı, Türk halkına bahşeden büyük dava adamı, değerli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un yüreğinden kalemine damıtılarak süzülen ve duygularımıza tercüman olan bu muhteşem dizeler için kendisini ne kadar minnetle yâd etsek azdır… İstiklâl Marşı’mızın kabulünün 99. Yıl dönümünde Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u rahmet ve minnetle anıyor, onun da ifade ettiği gibi “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın.” diyorum…