ARAF’TA KALANLAR

Almanya’da yabancı, kendi ülkelerinde Almancı…

-6-

Seksenlerin başında, mahallemizde bizim evi soranlara “Haa… Almancıların evi mi? İşte şurası…” diye gösterirlerdi.

Çocuktum o zaman, tuhaf gelirdi “Almancı” kelimesi. “Tamam, Almanya’dan geldik ama biz Türk’üz, neden Almancı diyorlar bize?” diye defalarca sorduğumu hatırlıyorum rahmetli babama. Hatta bana öyle diyenlere sinir olur, konuşmak istemezdim.

Bu, belki de o yaşlarda, minicik zihnimde oluşan, kocaman bir kimlik çatışmasıydı. Oysa ben Türkçe konuşmakta hiçbir zaman sorun yaşamamıştım. Zira Almanya’da yaşarken, evde Türkçe, dışarda Almanca konuşulurdu bizde. Babam, ana dilin önemini çok iyi bilen, kendini iyi yetiştirmiş bir insandı. Belki de bizim en büyük şansımız, bilinçli bir ailede yetişmekti.

Rahmetli babamın jenerasyonu, Almanya’ya ilk giden Türkler’dendi. Başlarda çok sıkıntı çekmişler ama annem de babam da Almanca’yı kısa sürede öğrenmişlerdi. Ben bunu, onların eğitimli, okumuş insanlar olmalarına bağlıyorum. Birçok Türk aileye yardım etmek için tercümanlık bile yaptıklarını anlatırlardı hep. Çünkü Almanca öğrenmeyi gereksiz gören çok insan vardı çevrelerinde. Nasılsa ihtiyaç halinde yardım eden başka insanlar var diye sanırım.

60’lı yıllardan günümüze döndüğümüzde, görüyorum ki hâlâ değişmeyen, aynı zihniyette insanlar var Avrupa’da. O zamanlar Almanca öğrenmeyen, öğrenmek istemeyen Türklerin torunları, bugün de Türkçe öğrenmenin gereksizliğine inanıyorlar.

Avrupa, kimliğinde Türk yazan ama ne Türkçe ’ye ne de Türk kültürüne sahip insanlarla dolu. Ha, Alman dili ve kültürüne de tam olarak sahip değil bu insanlar. Türklüğü, kimliğinde olup benliğinde olmayanlar; kimliğinde Avrupa vatandaşı yazan ama Avrupalı olamayanlar; Türklük, Müslümanlık ve Alman vatandaşlığı arasında bocalayanlar ve tamamen Avrupa dilini kültürünü benimseyip sadece kimliğinde Türk yazanlar; yani arafta kalanlar.

Sosyolojik açıdan baktığınızda sınırsız bir kaynak Avrupa toprakları… Ben, bir sosyolog değilim. O yüzden eğitimci, dilci ve iletişimci kimliklerimle süzebilirim sadece buradaki insanları. Ve tabii hem çocukluğunda burada yetişmiş, ana dilinin önemini hep hissetmiş hem de çocuğunu burada yetiştirmiş eğitimci bir anne olarak sentezleyebilirim onları.

Kimlik, yaşantımız süresince ortaya çıkan “Kimiz? Kimlerdeniz?” arayışının bir tür tarifidir. Kimlik, sadece kim olduğumuzu değil, kim olmadığımızı da gösterir bize. İçinde yaşadığımız toplumun bireyi tanımlama, kodlama biçimidir kimlik. Toplum içindeki yerimizin ve bizim kim olduğumuzun bir ifade şeklidir. Ama yalnızca toplumsal yapıyla sınırlandırılamayacak kadar da kapsamlıdır kimlik meselesi.

Böyle düşününce kişinin, kimliğini geliştirmesinin en önemli unsurlarından biri belki de en önemlisi olan ana dilin önemini yok saymak, görmezden gelmek olmaz. Dilini öğrenen kimse, kimliğini, kişiliğini, kültürünü daha kolay kavrar. Bunu kavrayan insan, kendini başka toplumlarda daha iyi ifade eder ve kendini olduğu gibi kabullendirir. Ama dili yarımsa, Avrupa’da son dönem yetişen nesil gibi, ne kimliği, ne kişiliği ne de içinde yaşadığı toplumun dili tam olabilir.

Konfüçyüs’e:

“Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk iş olarak ne yapmak isterdiniz?” diye sormuşlar. “Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim.” diye karşılık vermiş. Dinleyiciler şaşırmışlar: “ Niçin?” dediklerinde ise. Konfüçyüs’ün karşılığı şöyle olmuş: “Çünkü eğer dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; eğer söylenen istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen şey yapılmaz; eğer istenen yapılmazsa, ahlak ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar; eğer adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek, her şeyden önemlidir.” der.

Düşünsenize, yüz yıllar önce Konfüçyüs, bir toplumun en önemli sorunu olarak dili nitelendirirken yanılmış olsaydı, bugün biz hâlâ bu konuyu konuşuyor olmazdık. Çünkü kimlik, eğer toplumun sizi kodlaması ile alakalı bir şeyse, kendinizi doğru olarak ifade edemediğinizde otomatik olarak yaşadığınız toplumda yanlış kodlanacaksınız demektir. Kişi kendi dilinde kendini ifade edemezse, bir başka dilde de kendisini tam olarak ifade edemez. Etse de kendini ifade ettiği toplumda konumlandıramaz. Kendini konumlandıramayan bir insanı, başkaları hiç anlamaz. Çünkü kendini, tam olarak bir topluma ait hissetmeyen bir kimse arafta kalmış demektir. (Ne Türk ne de Alman…)

Avrupa’da çok başarılı olmuş, belli konumlara gelmiş Türklere baktığımda, özellikle tanıdıklarımın hemen hemen hepsinin Türkçeyi çok iyi konuştuklarını fark ettim. Çok sayıda olmasalar da böyle insanlarımız var. Gurur duyduğumuz insanlar onlar. Bilinçli, aydın, tam bir dünya vatandaşı diyebileceğimiz insanlar. Kimliğinin, kişiliğinin her daim farkında olan ve bunu fark ettirebilen iki (üç, dört) dilli yetişmiş insanlar… Etraflarındaki herkes, bu insanlarımıza, bu yönlerini bilerek saygı gösteriyorlar.

Kendi diline sahip olmayanlarda gözlemlediğim ise; kendilerini sürekli olarak yabancılara kabullendirme çabasından öte geçemedikleri. Kendisini, kültürünü, benliğini bilemeyen bu insanlarımız, girdikleri her toplumda, kendilerini ifade etmekte ve kabul ettirmekte zorlanıyor, sorun yaşıyorlar. Ana dillerinde düşünemedikleri için bir başka dilde de doğru düşünemiyorlar. Bilmediğiniz bir şeyi nasıl anlatabilirsiniz ki? Böyle insanlar, korkarım ki asimile olmaya mahkûm insanlardır. Araf’tan öteye geçen, hanemize yitik olarak kaydettiğimiz insanlar.

Yazık ki bunu birçok Türk aile bugün fark edemiyor. “Benim çocuğum zaten Avrupa’da yaşıyor. Türkçe öğrenip kafasını karıştırmaya hiç gerek yok!” diyen aileler, bilmiyorlar ki halının altına süpüre süpüre biriktirdikleri koca bir toz yumağına hapsettikleri koca bir kimlik sorununu, halıyı yerden kaldırmaya çalıştıkları gün fark edecekler ve o zaman da iş işten geçmiş olacak.

İşte, çocuklarını bu duruma düşürenler, o çocukların aileleri. O yüzden çocuktan önce ailelerin bilinçlendirilmesini çok önemsiyorum. Zira düşününce, Almanca’nın yanında okullarda İngilizce’yi, Fransızca’yı hatta Latinceyi öğrenen çocukların kafası karışmazken, anadilleri Türkçeyi öğrenirken kafalarının karıştığını düşünebilen aileler olduğu sürece Avrupa’da bu sorunun bitmesi biraz zor.  

Paylaşın herkes okusun ;

Bir yorum

  • Miyase Űlker

    Merhaba Hűmeyra,

    Köșe yazılarındaki tespitlerin harika,
    Almanya da yașayan biz ithal tűrkler ve ikinci űçűncű kușaklar hakkında incitmeden nazikçe dile getirdiklerin.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version